Pablo Picasso tarafından yapılan Guernica tablosu 1937’de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na ait 28 bombardıman uçağının 26 Nisan 1937’de İspanya’daki Guernica şehrini bombalamasını anlatır, Sanat tarihinde önemli yer edinmiş 7,76 m eninde ve 3,49 m yüksekliğinde anıtsal tablodur.






ANLAR
Eğer, yeniden başlayabilseydim yaşamaya,
İkincisinde, daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım.
Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar,
Çok az şeyi Ciddiyetle yapardım.
Temizlik sorun bile olmazdı asla.
Daha çok riske girerdim.
Seyahat ederdim daha fazla.
Daha çok güneş doğuşu izler,
Daha çok dağa tırmanır, daha çok nehirde yüzerdim.
Görmediğim bir çok yere giderdim.
Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye.
Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine.
Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarım olurdu.
Farkında mısınız bilmem.
Yaşam budur zaten.
Anlar, sadece anlar.
Siz de anı yaşayın.
Hiçbir yere yanında termometre, su, şemsiye ve paraşüt almadan,
Gitmeyen insanlardandım ben.
Yeniden başlayabilseydim eğer, hiçbir şey taşımazdım.
Eğer yeniden başlayabilseydim,
İlkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım.
Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla.
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır,
Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı eğer.
Ama işte 85’indeyim ve biliyorum…
ÖLÜYORUM…
Jorge Luis BORGES


─ Tıkandı Baba, çay getir
─ Tıkandı Baba, kahve getir.
Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
─ Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı Baba meselesi?
─ Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı Baba
─ Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı Baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
─ Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım.
Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken bir adam göründü ve ‘’Tıkandı baba, tıkandı.
Uğraşma artık’’dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba” ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”
Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına;
─ Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz.
Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
“Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya
─ Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş.
Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler.
Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi
-Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş.
Tıkandı baba da
─ Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış.
Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut;
─ Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım, deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.
Sultan;
─ Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
─ Geldi sultanım
─ Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
─ Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
─ Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
─ Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
─ Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.
Sultan demiş;
─ Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
─ Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları “peki” deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.
─ Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,
─ Niçin, demiş. Askerler
─ Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline
─ Ne olacak şimdi, demiş
─ Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;
“VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT”



– Buyrun, sorun öğretmenim
– Canlılar kaça ayrılır?
– Dörde ayrılır öğretmenim.
– Bana yanlış gibi geldi ama say bakalım..
– Bitkiler,Hayvanlar,İnsanlar,Çocuklar.
– Çocuklarda insan değilmi oğlum?
– Haklısınız, o zaman canlılar üçe ayrılır öğretmenim
– Peki, şimdi yeniden say bakalım..
– Bitkiler, Hayvanlar ve çocuklar..
– Oğlum insanlara ne oldu?
– Kalplerinde sevgiyi yeşertip düşünebilenleri hep çocuk kaldılar, diğerleri de hayvanlaştılar öğretmenim …
Nazım Hikmet Ran


1960 yılında Fransız yazar Raymond Queneau, Cent mille milliards de poèmes (Yüz Bin Milyar Şiir) başlıklı muhtemelen dünyanın en uzun kitabını oluşturdu. Bu kitap her biri bir sone içeren on sayfadan oluşmaktadır. Dizeler aynı kafiye şemasını takip ediyor ve şeritler üzerine basılıyor, okuyucuların farklı sonelerden satırları birleştirmesine izin veriyor.
Bu yapı toplam 1014 olası kombinasyon ya da yüz trilyon benzersiz şiir üretiyor. Pratikte, hiç kimse kitabın tamamını okuyamayacak, çünkü mümkün olan tüm kombinasyonları keşfetmek milyonlarca yıl sürecek – yemek, uyumak veya başka bir şey okumak için molaları saymamak. Ve tüm bunlar sadece on sayfadan geliyor!
Oluşturulan her kombinasyon mükemmel kıta, ritim ve kafiyelere sahip tutarlı bir sone ile sonuçlanır. Dahası, rastgele seçilmiş her bir şiirin daha önce hiç okunmamış olması da büyük olasılıkla. Queneau, bir soneyi okumak için 45 saniye, bir sonraki soneyi hazırlamak için ise 15 saniye göz önüne alındığında, tüm olası kombinasyonları okumanın yaklaşık 200 milyon yıl süreceğini belirtti.
Alıntı ✍️ Edamutfakta_



Alıntı ✍️ Hatice Ömür


GELDİĞİN GİBİ GİDECEKSİN…
Bir yelkenli düşünün.
Denizin en derin yerinde, bir adam var yelkenlinin içinde.
Adam keşfe her daim açık, Ege’ye aşık.
Fırtınaya kapılıyor çok kez, “alabora olacak”, “battı batacak” diyorsun “bana mısın” demiyor.
Bir türlü kıyıya yanaşmıyor.
Denizi öylesine seviyor ki, ondan ayrılamıyor.
“Merhaba” diyor herkese, “Merhaba çocuklar, merhaba dünya, merhaba.”
Selin Tekin böyle anlatıyor onu.
Gerçekten “merhaba” demeyi çok severdi.
Girdiği her insan topluluğuna, ağaçlara, çiceklere, havyanlara, doğaya gördüğü herşeye “merhaba” derdi.
“Merhaba, rahat edin.
Benden size kötülük gelmez’ demektir.
Sonra, aklımızı işimizden ayırmamalıyız.
‘Günaydın’ mı diyeceğiz, ‘İyi akşamlar’ mı diyeceğiz, ‘Allahaısmarladık’ mı diyeceğiz?
Düşünmeye, aklımızı meşgul etmeye gerek yoktur.
Bunların yerine söyleriz merhabayı, olur biter.
Bir şey daha var.
Merhaba sözcüğü, eski harflerle yazıldığı zaman yelkene benzer.
Belki bunun da etkisi vardır merhabayı sevmemde…”
Yelken denizi çağrıştırıyordu.
Ve o denize aşıktı.
Ondan Halikarnas Balıkçısı koydu kendi ismine.
1945 yılıydı.
Yazar, sanat tarihcisi ve çevirmen Sabahattin Eyüboğlu’na bir mektup geldi.
Bodrum’dan gönderilmişti.
Gönderen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’di.
Şöyle diyordu mektupta.
“Bir kaç arkadaşını topla güneye gelin, güzelliğin ne olduğunu anlayın…”
Toplandılar.
Sabahattin Eyüboğlu,
Bedri Rahmi,
Erol Güney,
Sabahattin Ali,
Samim Kocagöz,
Fuat Erol Keskinoğlu ve Necati Cumalı İzmir’de Cevat Şakir ile buluştular…
Yanlarına peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı alarak ahtapot avcısı Paluko’nun teknesine bindiler.
Güneye indiler…
Yolculuğun kuralları vardı.
Gazete okunmayacak, radyo dinlenmeyecek, mecbur olmadıkça karaya çıkılmayacaktı.
Dünya ile ilişkilerini keseceklerdi.
Öyle de oldu.
Mavi cennette kayboldular.
Sonra bu geziler her yıl tekrarlandı.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, ilk gezide başlayarak farklı yıllara ait on iki defter hazırladı.
Defterlerin adı “Mavi Yolculuk”tu.
O gün bugün Ege ve Akdeniz’de tekne ile çıkılan ve günlerce denizde kalınan gezilerin adına ‘mavi yolculuk’ deniliyor.
Bu yolculuklar bugün turizme milyarlar kazandırıyor.
Tek farkı var.
O günlerde cebi boş aklı dolular çıkardı bu turlara, şimdi cebi dolu aklı boşlar.
Mavi yolculukların fikir babası Cevat Şakir’di.
Sadece denize değil.
Doğaya da aşıktı.
Yine yıllar öncesiydi.
Cevat Şakir, Prosper Merime’nin Karmen’ini Türkçe’ye çevirirken İspanyol kızın tütün fabrikasına saçlarına mimoza demetleri takarak girdiğini okuyunca düşündü.
“Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar..!”
Gerçekten ne güzel olurdu?
Mimozalar Bodrum’u sarıya boyardı.
Ama Türkiye’de mimoza yoktu.
Cevat Şakir hemen harekete geçti.
Paris’ten tohum getirtti.
Her tarafa ekti.
Bir süre sonra Bodrum’da her yerde mimozalar yetişti.
Yıllar sonra bir gün sokaktan geçen düğün alayında Bodrumlu esmer kızların saçlarına mimozalar taktıklarını görünce haykırdı.
“Mimozayı onlar için yetiştirmiştim…”
Bugün Bodrum denilince akla mimoza, mimoza denilince akla Bodrum gelir.
Sadece mimoza değil elbette.
Palmiye, Greyfurt, begonvil, narenciye
50’ye yakın çicek, meyve, agaç…
Hepsi onun eseriydi.
Ve okaliptüs…
Yıl 1938’di.
O yıllar Ege’nin kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyünde, bir muhtar halkla elele vererek önemli işlere imza atıyordu.
Muhtar aydın, çalışkan, çok sevilen, doğayı çok seven, çok bilge bir insandı.
Yörede nam salmıştı.
Köylüler muhtara besledikleri güvenle özverili çalışırdı.
Köylerine yol, köprü, okul gibi bir çok eser diktiler.
Ancak, bölge bataklıktı.
Tüm ova sivrisinek yuvasıydı.
Bu nedenle sıtma gibi salgın hastalıklar köylüyü canından bezdirmişti.
İnsanlar ölüyordu.
Muhtarın o güne kadar 7 kız çocuğu olmuş, 4’ü maalesef ölmüştü.
Son çocuğu erkek doğdu.
Muhtar erkek çoçuğun şerefine halkına söz verdi.
O bataklık kurutulacaktı.
Çünkü bataklık kurursa, sıtmanın da kökünü kurutacaklardı.
İnsanlar yaşayacaktı.
Dönemin valisi de çalışkan, görev bölgesini ve bölge halkını düşünen, üstelik muhtarı çok seven biriydi.
Muhtar ve köylüler valiye çıktılar.
Bataklığı ve onun neden olduğu hastalıkları anlattılar.
Vali, muhtarı ve köylüleri dinledi.
Bilim insanlarına danıştı.
Sonunda çare bulundu.
Bataklığı besleyen sularını kesmenin tek yolu okaliptüs ağacıydı.
Lakin ülkede bu ağaçtan yoktu.
O girdi devreye.
Avusturya’dan yüzlerce okaliptüs fidanı getirildi.
Köylüler kadın erkek hep birlikte işe koyuldu.
Fidanlar 3 kilometre boyunca tüm ovaya cetvelle çizilmiş gibi karşılıklı dikildi.
Ve ağaçlar büyüdükçe bataklık kurudu.
Sivrisineklerin ve hastalıkların da kökü kazındı.
Böylece muhtar, erkek çocuğunun şerefine halkına verdiği sözü tutmuş oldu.
Bugün Marmaris’e ya da Datça’ya karayoluyla gelenler, Sakar’dan Gökova’ya indiklerinde iki tarafı dev okaliptüslerle çevrili uzun ince bir yola hayran kalır.
Çok kişi bir mola verip, o seyri doyumsuz yolda fotoğraf çektirir.
Nostaljik ve otantik ortam herkesi büyüler.
İnsanlar o yeşil tünelden Akçapınar Köyüne gidip çay, kahve, ayran içer.
Bir çok dizi, film ve klip o yolda çekilmiştir.
İşte o yolun iki tarafındaki okaliptüsler 1938 yılında Gökova köylülerinin diktiği fidanlar.
Şimdi birer dev oldular.
Bazılarının boyu 20 metreyi geçti..
O muhtar Gökova köyü muhtarı Mehmet Gökovalı.
O dönemin valisi Recai Güreli.
O fidanların Avusturya’dan getirilmesi için devreye giren ünlü yazar da Cevat Şakir’di.
Muhtarın oğlu da, Halikarnas Balıkçısı’nın manevi evladı Prof. Dr. Şadan Gökovalı’ydı…
Arkeolojiye de meraklıydı.
Mitolojiye de.
Mitolojiyi şiire döken insandı.
Çağdaş Homeros’tu.
Yaşam ustasıydı.
Gazeteciydi.
Yazardı.
Şair, rehber, araştırmacıydı.
Anadoluculuk akımının hümanist kolunun baş temsilcisi ve fikir babasıydı.
Ona göre kültürümüzün kökenlerini Orta Asya’da aramak yanlıştı.
Batı kültürünü benimsemek de doğru değildi.
Çünkü Türk kültürü Anadolu’da yaşamış toplumların yarattığı kültür birikiminin süzülmüş bir senteziydi.
Anadolu, hem Yunan kültürünün hem Batı kültürünün kaynağıydı.
O yüzden de Cevat Şakir Kabaağaçlı Anadolu’nun sesiydi.
1973 yılının 13 Ekim’inde, İzmir’de dilinden düşürmediği o sözcüğü taşıyan Merhaba Apartmanı’nda 87 yaşında aramızdan ayrıldı…
Manevi evladı Şadan Gökovalı’ya verdiği vasiyeti üzerine Bodrum’a gömüldü.
Geriye sadece onlarca eser değil, o mimozaları, begonvilleri, çicek bahçelerini de bıraktı.
Anısına saygıyla…
Alıntı ✍️ edamutfakta_


Leng Jun ( 冷军) hiperrealist resim ve çizimleriyle tanınan etkili bir Çinli çağdaş sanatçıdır.
1963 yılında Sichuan’da doğan Jun, 1984 yılında Wuhan Normal Koleji’nin Hankou Branch’ında güzel sanatlar bölümünden mezun oldu ve şu anda Pekin’de yaşıyor ve çalışıyor.
Sanatçı, sadece yakından ya da büyüteçle gerçekten takdir edilebilen eserlerindeki inanılmaz detaylarla ünlüdür. Aşağıdaki resimlerde ve yakın çekimlerde, fırçasının inanılmaz hassaslığını, hatta deneğinin cildindeki bir kazak ipinin gölgesini bile yakalayabilirsiniz.
Alıntı yazar ✍️ mymodernmet

