APSNY Harikalar diyarı

Sanat
@sanat
Kullanıcı · 12 içerikler · 1 Ocak 1970
ajiba
Sanat etkinlikleri ile sanatsal faaliyetler ve genel kültür le ilgili kullanıcılar tarafından paylaşılan içerikleri grubumuzdan inceleyebilir yada kendi içeriklerinizi diğer kullanıcılar ile paylaşabilirsiniz.
Akış
Kurallar
Kayıtlı kullanıcılar
Medya
Etkinlikler
Sultan Mahmut kılık kıyafetini değiştirip dolaşmaya başlamış. Dolaşırken bir kahvehaneye girmiş oturmuş. Herkes bir şeyler istiyor.
─ Tıkandı Baba, çay getir
─ Tıkandı Baba, kahve getir.
Bu durum Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş.
─ Hele baba anlat bakalım, nedir bu Tıkandı Baba meselesi?
─ Uzun mesele evlat, demiş Tıkandı Baba
─ Anlat baba anlat merak ettim deyip çekmiş sandalyeyi.
Tıkandı Baba da peki deyip başlamış anlatmaya;
─ Bir gece rüyamda birçok insan gördüm ve her birinin bir çeşmesi vardı ve hepsi de akıyordu. Benimki de akıyordu ama az akıyordu. “Benimki de onlarınki kadar aksın” diye içimden geçirdim. Bir çomak aldım ve oluğu açmaya çalıştım.
Ben uğraşırken çomak kırıldı ve akan su damlamaya başladı. Bu sefer içimden “Onlarınki kadar akmasa da olur, yeter ki eskisi kadar aksın” dedim ve uğraşırken oluk tamamen tıkandı ve hiç akmamaya başladı. Ben yine açmak için uğraşırken bir adam göründü ve ‘’Tıkandı baba, tıkandı.
Uğraşma artık’’dedi. O gün bu gün adım “Tıkandı Baba” ya çıktı ve hangi işe elimi attıysam olmadı. Şimdide burada çaycılık yapıp geçinmeye çalışıyoruz.”
Tıkandı Baba’nın anlattıkları Sultan Mahmut’un dikkatini çekmiş. Çayını içtikten sonra dışarı çıkmış ve adamlarına;
─ Her gün bu adama bir tepsi baklava getireceksiniz.
Her dilimin altında bir altın koyacaksınız ve bir ay boyunca buna devam edeceksiniz.
Sultan Mahmut’un adamları peki demişler ve ertesi akşam bir tepsi baklavayı getirmişler. Tıkandı Baba’ya baklavaları vermişler. Tıkandı baba baklavayı almış, bakmış baklava nefis.
“Uzun zamandır tatlı da yiyememiştik. Şöyle ağız tadıyla bir güzel yiyelim” diye içinden geçirmiş. Baklava tepsisini almış evin yolunu tutmuş. Yolda giderken “Ben en iyisi bu baklavayı satayım evin ihtiyaçlarını gidereyim” demiş ve işlek bir yol kenarına geçip başlamış bağırmaya
─ Taze baklava, güzel baklava!
Bu esnada oradan geçen bir Yahudi baklavaları beğenmiş. Üç aşağı beş yukarı anlaşmışlar ve Tıkandı baba baklavayı satıp elde ettiği para ile evin ihtiyaçlarının bir kısmını karşılamış. Yahudi baklavayı alıp evine gitmiş.
Bir dilim baklava almış yerken ağzına bir şey gelmiş. Bir bakmış ki altın. Şaşırmış, diğer dilim diğer dilim derken bir bakmış her dilimin altında altın. Ertesi akşam Yahudi acaba yine gelir mi diye aynı yere geçip başlamış beklemeye. Sultanın adamları ertesi akşam yine bir tepsi baklavayı getirmişler.
Tıkandı Baba yine baklavayı satıp evin diğer ihtiyaçlarını karşılamak için aynı yere gitmiş. Yahudi hiçbir şey olmamış gibi
-Baba baklavan güzeldi. Biraz indirim yaparsan her akşam senden alırım, demiş.
Tıkandı baba da
─ Peki, demiş ve anlaşmışlar. Tıkandı Babaya her akşam baklavalar gelmiş ve! Yahudi de her akşam Tıkandı Baba’dan baklavaları satın almış.
Aradan bir ay geçince Sultan Mahmut;
─ Bizim Tıkandı Baba’ya bir bakalım, deyip Tıkandı Baba’nın yanına gitmiş. Bu sefer padişah kıyafetleri ile içeri girmiş. Girmiş girmesine ama birde ne görsün bizim tıkandı baba eskisi gibi darmadağın.
Sultan;
─ Tıkandı Baba sana baklavalar gelmedi? mi, demiş
─ Geldi sultanım
─ Peki ne yaptın sen o kadar baklavayı?
─ Efendim satıp evin ihtiyaçlarını giderdim, sağ olasınız, duacınızım.
─ Sultan şöyle bir tebessüm etmiş.
─ Anlaşıldı Tıkandı Baba anlaşıldı, hadi benle gel, deyip almış ve devletin hazine odasına götürmüş.
─ Baba şuradan küreği al ve hazinenin içine daldır küreğine ne kadar gelirse hepsi senindir, demiş. Tıkandı Baba o heyecanla küreği tersten hazinenin içine bir daldırıp çıkarmış ama bir tane altın küreğin ucunda düştü düşecek.
Sultan demiş;
─ Baba senin buradan da nasibin yok. Sen bizim şu askerlerle beraber git onlar sana ne yapacağını anlatırlar demiş ve askerlerden birini çağırmış
─ Alın bu adamı Üsküdar’ın en güzel yerine götürün ve bir tane taş beğensin. O taşı ne kadar uzağa atarsa o mesafe arasını ona verin demiş. Padişahın adamları “peki” deyip adamı alıp Üsküdar’a götürmüşler.
─ Baba hele şuradan bir taş beğen bakalım, demişler. Baba,
─ Niçin, demiş. Askerler
─ Hele sen bir beğen bakalım demişler. Baba şu yamuk, bu küçük, derken kocaman bir kayayı beğenip almış eline

─ Ne olacak şimdi, demiş
─ Baba sen bu taşı atacaksın ne kadar uzağa giderse o mesafe arasını padişahımız sana bağışladı demiş.
Adam taşı kaldırmış tam atacakken taş elinden kayıp başına düşmüş. Adamcağız oracıkta ölmüş. Askerler bu durumu padişaha haber vermişler. İşte o zaman Sultan Mahmut o meşhur sözünü söylemiş;

“VERMEYİNCE MABUD, NEYLESİN SULTAN MAHMUT”
10 sayfa olmasına rağmen hiç kimsenin hayatı boyunca okumayı bitiremeyeceği bir kitap olduğunu biliyor muydunuz?

1960 yılında Fransız yazar Raymond Queneau, Cent mille milliards de poèmes (Yüz Bin Milyar Şiir) başlıklı muhtemelen dünyanın en uzun kitabını oluşturdu. Bu kitap her biri bir sone içeren on sayfadan oluşmaktadır. Dizeler aynı kafiye şemasını takip ediyor ve şeritler üzerine basılıyor, okuyucuların farklı sonelerden satırları birleştirmesine izin veriyor.

Bu yapı toplam 1014 olası kombinasyon ya da yüz trilyon benzersiz şiir üretiyor. Pratikte, hiç kimse kitabın tamamını okuyamayacak, çünkü mümkün olan tüm kombinasyonları keşfetmek milyonlarca yıl sürecek – yemek, uyumak veya başka bir şey okumak için molaları saymamak. Ve tüm bunlar sadece on sayfadan geliyor!

Oluşturulan her kombinasyon mükemmel kıta, ritim ve kafiyelere sahip tutarlı bir sone ile sonuçlanır. Dahası, rastgele seçilmiş her bir şiirin daha önce hiç okunmamış olması da büyük olasılıkla. Queneau, bir soneyi okumak için 45 saniye, bir sonraki soneyi hazırlamak için ise 15 saniye göz önüne alındığında, tüm olası kombinasyonları okumanın yaklaşık 200 milyon yıl süreceğini belirtti.

Alıntı ✍️ Edamutfakta_
komedyen
3 gün önce MizahMizah, ve daha fazla ·
Bu nasıl oluyor? Tabloya yavaşça ve ters çevirerek bakın ( :

Alıntı ✍️ Hayriye Polat
Art Nouveau stilinde tasarlanan bu otobüs durağına Fransa, Belçika veya Çek Cumhuriyeti gibi Art Nouveau’nun popüler olduğu ülkelerde rastlayabilirsiniz. Özellikle Paris gibi şehirlerde, Hector Guimard’ın tasarımlarını anımsatan eğri demir işi ve cam vitray dekorasyonları bu tarzın belirgin özellikleridir.

Alıntı ✍️ Hatice Ömür
SANMA Kİ SEN
GELDİĞİN GİBİ GİDECEKSİN…

Bir yelkenli düşünün.
Denizin en derin yerinde, bir adam var yelkenlinin içinde.
Adam keşfe her daim açık, Ege’ye aşık.
Fırtınaya kapılıyor çok kez, “alabora olacak”, “battı batacak” diyorsun “bana mısın” demiyor.
Bir türlü kıyıya yanaşmıyor.
Denizi öylesine seviyor ki, ondan ayrılamıyor.

“Merhaba” diyor herkese, “Merhaba çocuklar, merhaba dünya, merhaba.”
Selin Tekin böyle anlatıyor onu.
Gerçekten “merhaba” demeyi çok severdi.
Girdiği her insan topluluğuna, ağaçlara, çiceklere, havyanlara, doğaya gördüğü herşeye “merhaba” derdi.

“Merhaba, rahat edin.
Benden size kötülük gelmez’ demektir.
Sonra, aklımızı işimizden ayırmamalıyız.
‘Günaydın’ mı diyeceğiz, ‘İyi akşamlar’ mı diyeceğiz, ‘Allahaısmarladık’ mı diyeceğiz?
Düşünmeye, aklımızı meşgul etmeye gerek yoktur.
Bunların yerine söyleriz merhabayı, olur biter.
Bir şey daha var.
Merhaba sözcüğü, eski harflerle yazıldığı zaman yelkene benzer.
Belki bunun da etkisi vardır merhabayı sevmemde…”

Yelken denizi çağrıştırıyordu.
Ve o denize aşıktı.
Ondan Halikarnas Balıkçısı koydu kendi ismine.

1945 yılıydı.
Yazar, sanat tarihcisi ve çevirmen Sabahattin Eyüboğlu’na bir mektup geldi.
Bodrum’dan gönderilmişti.
Gönderen Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’di.
Şöyle diyordu mektupta.
“Bir kaç arkadaşını topla güneye gelin, güzelliğin ne olduğunu anlayın…”

Toplandılar.
Sabahattin Eyüboğlu,
Bedri Rahmi,
Erol Güney,
Sabahattin Ali,
Samim Kocagöz,
Fuat Erol Keskinoğlu ve Necati Cumalı İzmir’de Cevat Şakir ile buluştular…

Yanlarına peynir, su, İstanköy peksimeti, tütün ve çokça rakı alarak ahtapot avcısı Paluko’nun teknesine bindiler.
Güneye indiler…

Yolculuğun kuralları vardı.
Gazete okunmayacak, radyo dinlenmeyecek, mecbur olmadıkça karaya çıkılmayacaktı.
Dünya ile ilişkilerini keseceklerdi.
Öyle de oldu.
Mavi cennette kayboldular.
Sonra bu geziler her yıl tekrarlandı.
Bedri Rahmi Eyüboğlu, ilk gezide başlayarak farklı yıllara ait on iki defter hazırladı.
Defterlerin adı “Mavi Yolculuk”tu.

O gün bugün Ege ve Akdeniz’de tekne ile çıkılan ve günlerce denizde kalınan gezilerin adına ‘mavi yolculuk’ deniliyor.
Bu yolculuklar bugün turizme milyarlar kazandırıyor.
Tek farkı var.
O günlerde cebi boş aklı dolular çıkardı bu turlara, şimdi cebi dolu aklı boşlar.
Mavi yolculukların fikir babası Cevat Şakir’di.

Sadece denize değil.
Doğaya da aşıktı.
Yine yıllar öncesiydi.
Cevat Şakir, Prosper Merime’nin Karmen’ini Türkçe’ye çevirirken İspanyol kızın tütün fabrikasına saçlarına mimoza demetleri takarak girdiğini okuyunca düşündü.
“Neden benim Bodrumlu esmer kızlarım da saçlarına mimoza demetleri takmasınlar..!”
Gerçekten ne güzel olurdu?
Mimozalar Bodrum’u sarıya boyardı.
Ama Türkiye’de mimoza yoktu.

Cevat Şakir hemen harekete geçti.
Paris’ten tohum getirtti.
Her tarafa ekti.
Bir süre sonra Bodrum’da her yerde mimozalar yetişti.
Yıllar sonra bir gün sokaktan geçen düğün alayında Bodrumlu esmer kızların saçlarına mimozalar taktıklarını görünce haykırdı.
“Mimozayı onlar için yetiştirmiştim…”

Bugün Bodrum denilince akla mimoza, mimoza denilince akla Bodrum gelir.

Sadece mimoza değil elbette.
Palmiye, Greyfurt, begonvil, narenciye
50’ye yakın çicek, meyve, agaç…
Hepsi onun eseriydi.
Ve okaliptüs…

Yıl 1938’di.
O yıllar Ege’nin kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyünde, bir muhtar halkla elele vererek önemli işlere imza atıyordu.
Muhtar aydın, çalışkan, çok sevilen, doğayı çok seven, çok bilge bir insandı.
Yörede nam salmıştı.

Köylüler muhtara besledikleri güvenle özverili çalışırdı.
Köylerine yol, köprü, okul gibi bir çok eser diktiler.
Ancak, bölge bataklıktı.
Tüm ova sivrisinek yuvasıydı.
Bu nedenle sıtma gibi salgın hastalıklar köylüyü canından bezdirmişti.
İnsanlar ölüyordu.

Muhtarın o güne kadar 7 kız çocuğu olmuş, 4’ü maalesef ölmüştü.
Son çocuğu erkek doğdu.
Muhtar erkek çoçuğun şerefine halkına söz verdi.
O bataklık kurutulacaktı.
Çünkü bataklık kurursa, sıtmanın da kökünü kurutacaklardı.
İnsanlar yaşayacaktı.

Dönemin valisi de çalışkan, görev bölgesini ve bölge halkını düşünen, üstelik muhtarı çok seven biriydi.
Muhtar ve köylüler valiye çıktılar.
Bataklığı ve onun neden olduğu hastalıkları anlattılar.
Vali, muhtarı ve köylüleri dinledi.
Bilim insanlarına danıştı.
Sonunda çare bulundu.
Bataklığı besleyen sularını kesmenin tek yolu okaliptüs ağacıydı.

Lakin ülkede bu ağaçtan yoktu.
O girdi devreye.
Avusturya’dan yüzlerce okaliptüs fidanı getirildi.
Köylüler kadın erkek hep birlikte işe koyuldu.
Fidanlar 3 kilometre boyunca tüm ovaya cetvelle çizilmiş gibi karşılıklı dikildi.
Ve ağaçlar büyüdükçe bataklık kurudu.
Sivrisineklerin ve hastalıkların da kökü kazındı.
Böylece muhtar, erkek çocuğunun şerefine halkına verdiği sözü tutmuş oldu.

Bugün Marmaris’e ya da Datça’ya karayoluyla gelenler, Sakar’dan Gökova’ya indiklerinde iki tarafı dev okaliptüslerle çevrili uzun ince bir yola hayran kalır.
Çok kişi bir mola verip, o seyri doyumsuz yolda fotoğraf çektirir.
Nostaljik ve otantik ortam herkesi büyüler.
İnsanlar o yeşil tünelden Akçapınar Köyüne gidip çay, kahve, ayran içer.
Bir çok dizi, film ve klip o yolda çekilmiştir.

İşte o yolun iki tarafındaki okaliptüsler 1938 yılında Gökova köylülerinin diktiği fidanlar.
Şimdi birer dev oldular.
Bazılarının boyu 20 metreyi geçti..
O muhtar Gökova köyü muhtarı Mehmet Gökovalı.
O dönemin valisi Recai Güreli.
O fidanların Avusturya’dan getirilmesi için devreye giren ünlü yazar da Cevat Şakir’di.
Muhtarın oğlu da, Halikarnas Balıkçısı’nın manevi evladı Prof. Dr. Şadan Gökovalı’ydı…

Arkeolojiye de meraklıydı.
Mitolojiye de.
Mitolojiyi şiire döken insandı.
Çağdaş Homeros’tu.
Yaşam ustasıydı.
Gazeteciydi.
Yazardı.
Şair, rehber, araştırmacıydı.
Anadoluculuk akımının hümanist kolunun baş temsilcisi ve fikir babasıydı.

Ona göre kültürümüzün kökenlerini Orta Asya’da aramak yanlıştı.
Batı kültürünü benimsemek de doğru değildi.
Çünkü Türk kültürü Anadolu’da yaşamış toplumların yarattığı kültür birikiminin süzülmüş bir senteziydi.
Anadolu, hem Yunan kültürünün hem Batı kültürünün kaynağıydı.

O yüzden de Cevat Şakir Kabaağaçlı Anadolu’nun sesiydi.

1973 yılının 13 Ekim’inde, İzmir’de dilinden düşürmediği o sözcüğü taşıyan Merhaba Apartmanı’nda 87 yaşında aramızdan ayrıldı…

Manevi evladı Şadan Gökovalı’ya verdiği vasiyeti üzerine Bodrum’a gömüldü.
Geriye sadece onlarca eser değil, o mimozaları, begonvilleri, çicek bahçelerini de bıraktı.

Anısına saygıyla…

Alıntı ✍️ edamutfakta_
Dünyanın en gerçekçi tablosu olarak kabul ediliyor. 🎨🖌
Leng Jun ( 冷军) hiperrealist resim ve çizimleriyle tanınan etkili bir Çinli çağdaş sanatçıdır.

1963 yılında Sichuan’da doğan Jun, 1984 yılında Wuhan Normal Koleji’nin Hankou Branch’ında güzel sanatlar bölümünden mezun oldu ve şu anda Pekin’de yaşıyor ve çalışıyor.

Sanatçı, sadece yakından ya da büyüteçle gerçekten takdir edilebilen eserlerindeki inanılmaz detaylarla ünlüdür. Aşağıdaki resimlerde ve yakın çekimlerde, fırçasının inanılmaz hassaslığını, hatta deneğinin cildindeki bir kazak ipinin gölgesini bile yakalayabilirsiniz.

Alıntı yazar ✍️ mymodernmet
Bir Garip Kişi… Suadiye’deki plaj gazinosu yeni açılmış, mevsiminin plajı, gazinosunun en civcivli günlerinden biri. Şort modası, çeşitli deniz kıyafetleri kıyılara yeni yeni dökülmeye başlamış.

Gazinoda, öğle yemeğini de her masa bir telden çalıyor.

O zamanlar pek alışık olmadığımız, deniz kıyafetlerinin en tuhaflarını ecnebiler teşhir etmekte…

Derken bunların hiç birisine benzemeyen bir müşteri peyda oluyor.

Başında ensesine yığılmış kocaman kenarlı bir Vagner beresi üstünden acayip bir pardösü! Parlak lacivert bir kumaştan. Yakası yok. Yaka yerine tam gırtlak hizasından, topuklara kadar asker adımlarıyla inen bir sıra parlak düğme. Ayaklarında görülmedik sandallar. Ha ağzında da kocaman bir puro sigarası.

Müşteri evvela Almanca bir şeyler söylüyor, garsonun Almanca bilmediğini görünce Fransızca müthiş bir yemek listesi döktürüyor.

Havyarından tutun da balıkla etle içilecek şarabın çeşidine kadar. Yemekten evvel biraz çerezle birkaç kadeh viski münasip görülüyor. Sonra müthiş bir yemek faslıdır başlıyor.

Öteki müşteriler çoktan yemeğini bitirmiş, ötede beride kestirmeye başlamışlar. Ama bizimki hala peynirle üstünde bazı fikirler atıyor ortaya.

İkindi güneşiyle birlikte kahve ve hesap listesi gelmiş dikilmiş. Müthiş bir yekûn. Krallara prenslere yaraşan bir rakam.

Garson korka korka listeyi masanın görünür bir tarafına koymaya çalışırken müşteri elinin tersiyle listeyi itmiş garsonu da sinek kovar gibi kovmuş.

Garsonu bir telaştır almış. Tekrar listeyi yerine yerleştirince müşteri kızmış, listeyi aldığı gibi parça parça edip garsonun yüzüne fırlatmış. Neye uğradığını şaşıran garson hesap listesinin parçalarını toplamaya çalışırken, müşteri bir gülmedir tutturmuş.

Sonra etrafını saran garsonlara;

‘‘Beş param yok!’’ demiş çıkmış işin içinden.

Durumu gazinonun müdürü incelemiş, beğenmemiş, kalkmış müşteriyi sigaya çekmeye başlamış:

‘‘Ne demek istiyorsunuz?’’
‘‘Hiç! Param yok diyorum.’’
‘‘Peki paran yoksa ne diye gazinoya geliyorsun?’’
‘‘İki gündür açtım da ondan.’’
‘‘Peki parası olmayan adam viski ile havyar mı ısmarlar? Peynir ekmek nene yetmezdi?’’
‘‘Öteden beri bayılırım, havyara da viskiye de, hem ölmüş eşek kurttan korkmaz ki!. Hah.. Hah!.’’
‘Ya, öyle mi? Soyun şu münasebetsizi. Nesi var nesi yok sırtından alın da aklı başına gelsin.’’

Garsonlar yağlı müşterinin üzerine atılıyorlar.

O hiç telaş etmeden, bir iskemlenin üstüne çıkıyor, bir Cirano edasıyla etrafını sarsan meraklıları selamlıyor. İçtiği viski, siyahlı beyazlı şaraplar boşa gitmemiş olacak.

Mükemmel bir aktör gibi rol kesiyor.
‘Para istediniz, yok, dedim. Elbise, çamaşır isteseydiniz, daha çabuk anlaşırdık.”

Patron “nesi var, nesi yok alın diyor.’’

Sonra bir kahkaha, arkasından,

Kışlanın önünde redif sesi var,

Bakın çantasında acep nesi var,

Bir çift kundurayla bir de fesi var
diyerek, evvela beresini garsonlara atıyor, sonra acayip sandallarını teslim ederken,
‘Varımız bir bu pardösüden ibaret’’ diyor,
‘‘yoğumuza gelince…’’


Meraklılar hep bir ağızdan,

‘‘Aaaaaaa!..’’ diye bağrışarak kaçışmaya başlıyorlar. Müşteri, yoğumuza gelince diyerek iliklenmiş düğmeleri çözerken, pardösünün altında en masum çamaşırlardan hiçbirisinin bulunmadığını gören patron,

‘‘Tuh! Allah kahretsin,’’ diyor.


Derken meraklılar arasından yürek parçalayıcı bir çocuk sesi yükseliyor:


‘Anne, anneciğim, koş imdada, bizim hocamızı soyuyorlar. Ne ayıp şey Anneciğim ne olursun kurtar onu. O bizim mektepte hocamızdı.’’

Patronun karısı duruma el koyuyor. Cılız bir vücudun yarısını ortaya çıkaran parlak düğmelerin çözülmesine son veriliyor.

Komedi havası drama dönüyor.

Ağlayan çocuk annesini zorla sahneye getiriyor.

Hesabını ödemediği için işkenceye tutulan müşterinin Ressam Fikret Mualla olduğunu, birkaç sene evvel Galatasaray’da resim hocalığı yaptığını ispat ediyor.

Patronun karısı da resim yaparmış. Bir ara akademiye yazılmış. O da Fikret’i hatırlıyor.

Beresini, sandallarını garsonlar elleriyle giydiriyorlar.

Ve bir rivayete göre Fikret Mualla, kırk gün kırk gece Plaj Gazinosunda ağırlanıyor.

Kendi rivayetine göre sandalda, bana bu sahneyi anlatan gazino sahiplerine göre de emrine verilen kulübede mükemmel bir yaz geçiriyor…

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Bilgi Yayınevi’nce yayımlanan Delifişek kitabının 1975’teki ilk basımından meslektaşı, Fikret Mualla’yı anlatan “Bir Garip Kişi” yazısından bir bölüm (s. 68-70)

Alıntı ✍️ Martìn Gaite
Ömer Hayyam bu şiirlerini tam 800 yıl önce yazmış!

‘Irmaklarından şaraplar akacak’ diyorsun
Cennet-i alâ meyhane midir?‘
Her mümin’e iki huri’ diyorsun
Cennet-i alâ kerhane midir?

* * *

Tanrı bize cennette vaat ettiği şarabı
Niçin haram etsin bu dünyada, akla sığar mı?
Bir sarhoş arap, devesini vurmuş Hamza’nın
Peygamber de yasak etmiş arap’a şarabı

* * *

Beni özene bezene yaratan kim? Sen
Ne yapacağımı da yazmışsın önceden
Demek günah işleten de sensin bana
O zaman nedir o cennet cehennem?

* * *

Kim senin ‘yasa’nı çiğnemedi ki söyle?
Günahsız bir ömrün ne tadı kalır söyle.
Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen eğer
Seninle benim aramda ne fark kalır ki söyle

* * *

Tanrı bizi çamurdan yarattığında
Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir
O halde cehennemde beni niçin yakacak?

* * *

İsyan edip karşında duracağım, neredesin?
Karanlığı, ışığa yoracağım, neredesin?
İbadete karşılık cenneti alacaksam
‘Bağış mı ticaret mi’ diye soracağım, neredesin?

* * *

Kör cehalet çirkefleştirir insanları.
Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek bir cevabım var elbet
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye

* * *

Dünya, üç beş bilgisizin elinde
Sanırlar ki tüm bilgiler kendilerinde
Üzülme, eşek eşeği beğenir
Bir hayır var sana kötü demelerinde

* * *

Sen bu dünyanın sırrına eremezsin
Erenlerin dilini de sökemezsin
Öyleyse iç şarabı, cennet et dünyayı
Öteki cennete ya girer, ya giremezsin

* * *

Niceleri geldi, neler istediler
Sonunda dünyayı bırakıp gittiler
Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?
O gidenler de hep senin gibiydiler

******
İçin temiz olmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun kaç para
Hırka, tespih, post, seccade güzel
Ama TANRI KANAR MI BUNLARA?

Sen sofusun hep dinden dem vurursun
Bana da sapık dinsiz der durursun
Peki, ben ne görünüyorsam O’yum
YA SEN NE GÖRÜNÜYORSAN O’MUSUN?

Sen içmiyorsan içenleri kınama bari
Bırak aldatmacayı ikiyüzlülükleri
ŞARAP İÇMEM DİYE ÖVÜNÜYORSUN
AMA YEDİĞİN HALTLAR YANINDA
ŞARAP NEDİR Kİ..


Ey kara cübbeli senin gündüzün gece
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere
ONLAR YARATANIN SANATI PEŞİNDELER
SENİNSE AKLIN ABDEST BOZAN ŞEYLERDE….

Ben kadehten çekmem artık elimi;
Tutmam senin kitabını minberini.
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık
CEHENNEMDE SEN Mİ DAHA İYİ YANARSIN,
BEN Mİ?..

Seni kuru softaların softası seni
Seni cehenneme kömür olası seni
Sen mi haktan rahmet dileyeceksin bana ?
HAKKA AKIL ÖĞRETMEK
SENİN HADDİNE Mİ ?

Yaşamın sırlarını bileydin
Ölümün de sırlarını çözerdin
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok
YARIN AKILSIZ NEYİ BİLECEKSİN


Ey kör!
Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş !
Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş !
Şu durmadan kurulup dağılan evrende
BİR NEFESTİR ALACAĞIN, O DA BOŞTUR BOŞ !
heart
1 Kişi
Sanat tarihinin en inanılmaz ayrıntılarından biri; Van Eyck’in Arnolfini’nin Evlenmesi ( 1434) tablosundaki ayna, 5,5 cm. genişliğindedir. Ancak odanın tamamını yansıtır ve çiftin arkadan görüntüsü ile biri sanatçının kendisi olduğu düşünülen iki figür daha yansımada yer alır.

Alıntı ✍️ Nil Ay
heart
1 Kişi
komedyen
15 gün önce MizahMizah, ve daha fazla ·
GÜNÜN HİKAYESİ… “Ülkenin tanınmış genç avukatlarından biri, yaban kazı avı zamanı, tüfeğini alıp Karadeniz sahillerine çıkmış.

Uçarken görmüş kazı. Hemen nişan alıp ateş etmiş:dannn!..

Kuş döne döne inmeye başlamış yere…

Etrafı çitle çevirili bir araziye düşüvermiş sonunda da… Avukat hemen araziye girip kuşu almaya yeltenmiş. Tam çitlerden içeri girecekken karşısına yaşlı bir köylü çıkmış.

Köylü avukata sormuş;
─ Ne yapıyorsun benim arazimde?

Avukat;
─ Şu yaban kazını vurdum da, almaya çalışıyorum.

Yaşlı köylü;
─ Arazi benim olduğuna göre, içindeki her şey gibi, kuş da benimdir.

Avukat hemen diklenmiş;
─ Ben bu ülkenin en büyük avukatlarından biriyim. Beni uğraştırma bey amca! Mahkeme masrafı falan der, çiftliğine kadar elinden alırım bak!

Yaşlı köylü gülmüş;
─ Biz buralarda böyle küçük sorunları mahkemeyle değil ‘üç tekme’ kuralıyla çözeriz, demiş.

Avukat merakla sormuş
─ Nedir o üç tekme kuralı?

Yaşlı köylü;
─ Önce biri ötekine 3 tekme vurur, sonra öteki… Sonra yine ilki… Bir kişi pes edene kadar devam eder. Pes eden kaybeder.

Avukat genç, güçlü kuvvetli, sportmen. Köylü ihtiyar. İçinden ‘ben bunu haklarım’ diye düşünerek;
─ Kabul, demiş.

Yaşlı köylü;
─ Burası benim arazim olduğuna göre ilk vurma hakkı bende.

Avukat kabul edince yaşlı köylü İlk tekmeyi atmış avukatın kasıklarına… ‘Ugggh’ diye dizlerinin üzerine çökmüş avukat.

İkinci tekme tam midesine gelmiş ki, avukat öğlen yediği yemekleri çıkarmış, ‘böğğğ’ diye bağırıp dört ayak haline gelmiş yerde.

Yaşlı köylü üçüncü tekmeyi tam kıçının ortasına yerleştirince de öne doğru kapaklanmış avukat. Önde de köylünün ineğinin biraz evvel oraya bıraktığı ıslak tezek var, avukatın suratı aynen gömülmüş içine.

Avukat;
─ Şimdi sıra bende, ihtiyar tilki, diye doğrulmuş, ağzına kadar giren pislikleri ceketinin koluyla temizlemeye çalışırken.

Yaşlı köylü gülmüş;
─ Pes ediyorum. Bir kaz için dövüşmeye değmez. Al kuşunu git….” 😂

Alıntı ✍️ Tekin Alan
lol
1 Kişi